Arapça ‘kml’ kökünden gelen kāmil “olgun, kemale ermiş” sözcüğünden alıntıdır.
Hakkın her mertebedeki tecellilerine mazhar olan insan anlamında tasavvuf terimidir.
İnsan-ı Kâmil kavramı sadece Alevi toplumu içerisinde değil, diğer bazı inanç sistemlerinin de konusudur. Alevi toplumu içerisinde oldukça geniş bir anlamı vardır. Kâmil olmak, insanın ham kişilikten çıkıp olgunlaşarak, bu dünyada ulaşılması gereken son manevi mertebe olarak dile getirilir. Türkçe’ye “kâmil insan” veya “olgun insan” olarak çevrilebilir. İnsan-ı Kâmil kavramı, genellikle İslam tasavvufu ve felsefesinde ele alınır.
İnsan-ı Kâmil, ruhsal ve erdemlilik açısından olgunlaşmış, Hakk’a’ yakınlaşmış, yani hakkı idrak edebilmiş ve O’nun sıfatlarını kendinde toplayan (cem eden) kişiyi ifade eder. Bu kavram, mistik düşünürlerin eserlerinde sıkça yer alır. İnsan-ı Kâmil olma hali, bireyin içsel bir berraklık, ahlaki olgunluk, sevgi, hoşgörü, sabır, öngörü gibi erdemlere sahip olması ve Hakk’a tam bir teslimiyet içinde olmasıyla ilişkilendirilir.
İslâm tasavvufunda “insan-ı kâmil” boyutunu yakalamış insana büyük değer verilmiştir. İnsan-ı kâmil anlayışının bir dışa vurumu Ehl-i Beyt’in mânevî şahsiyetinde sembolleşmektedir.
İnsan-ı Kâmil kavramı, Alevilerde İnanç ulularını, Pirleri, rehberleri örnek alarak, onun ahlaki değerlerini, bilgeliğini ve insanlığa olan katkılarını takip eden bir ideal insan tipini tanımlar. Bu kavramın hedefi, insanın maddi ve manevi açıdan en üst düzeye çıkması, kendi nefsini kontrol etmesi ve Hakk’a olan yakınlığını artırmasıdır.
Ozanlarımızdan Sıdki Baba bir deyişinde;
Sıdkı`yam dünyaya eyleme heves
Ruh pervaz edip de kalır bu kafes
Ya ilahi evvel ahir son nefes
İnsan-ı Kâmilden ayırma bizi
diyerek konunun önemine işaret etmiştir.
Sonuç olarak, birçok İslam filozofu da İnsan-ı Kâmil meselesi hakkında görüş belirtmiştir. Bunlardan Muhyiddin Arabi ”İnsan-ı kâmil, Allah’ı bilmek ve O’nu sürekli müşahede etmek yönüyle varlıkların en kâmilidir, insan Hakka iki şekilde bakar ve bunun için Allah onun adına iki göz yaratmıştır. Birinci göz vasıtasıyla Allah’a O’nun âlemlerden müstağni olması yönüyle bakar ve O’nu bir şeyde veya kendinde görmez. Diğer göz vasıtasıyla ise, Hakkın âlemi ve âlemin de Hakkı talep etmesi yönüyle Rahman ismi yönünden bakar. Bu bakışta her şeye varlığı yayılmış bir halde Hakkı görür. Bu bakışla insan-ı kâmil, eşyanın -kendileri bakımından değil- Hakkın isimleri olması yönüyle her şeye muhtaç kalır ve insan-ı kâmilden daha çok âleme muhtaç kimse olmaz” demektedir. Muhyiddin ibn Arabi (Futuhat 11;339)
Mevlânâ Celâleddin de İnsan-ı Kâmil konusuna ilgisiz kalmamıştır. Mevlânâ Celâleddin insan-ı kâmil hakkında mecazi olarak açıklamalar yapmış ve insan-ı Kâmili ney’e (üflemeli bir çalgı) benzetmiştir. Mesnevî’nin ilk 18 beytinde insan-ı kâmili yani ney’i anlatmıştır. Mevlana, ”İnsan-ı kâmil, kamışlıktan kesilip neyzenin üflemesine ve güzel nağmeler çıkarmasına uygun bir “ney”e benzer’ demiştir