Ülkemizde yaşayan Alevilerin ve Aleviliğin genel ve özel durumu üzerine Dr. Rıza YILDIRIM tarafından oldukça kapsamlı bir kitap yayınlandı: GELENEKSEL ALEVİLİK. Kitap İletişim yayınlarından basılarak satışa sunuldu ve kısa sürede Yurtiçi ve yurt dışında Alevilerin gündeminde önemli bir yer buldu. Kitap hakkında Dr. Rıza YILDIRIM ile bir röportaj gerçekleştirdik.
- Değerli Hocam, öncelikle biraz sizi tanıyalım, kısa bir öz geçmişinizi öğrenebilir miyim?
Elbette. 1976 yılında Tokat’ın Turhal ilçesine bağlı Arhoğ köyünde Muhtar Abdal ocağı mensubu bir ailede dünyaya geldim. İlkokul sonuna kadar çocukluğumu geçirdiğim köyümüzde Cumalık cemleri dahil Yol ve Erkan uygulanırdı. Babam bu cemlerde hem dedelik hem de aşıklık yapardı. (Bazı bölgelerde ‘zakir’ denilen kişiye bizim oralarda ‘aşık’ denir.) Aynı zamanda Tokat bölgesinde bulunan taliplerimiz üzerine görgüye de giderdi. Bir defasında ben de kendisiyle beraber gitmiştim. Sanıyorum 9-10 yaşlarındaydım. Tokat’ın bir kenar mahallesinde görgü için toplanan o saçı sakalı ağarmış insanların büyük bir saygıyla elimi öpmek istemelerini hala dün gibi hatırlıyorum. Demek istediğim, itikadın derin ve sağlam olduğu o günleri kenarından da olsa bir nebze gördüm.
Babam okuma yazmayı çat pat askerde öğrenmiş, hayatında hiçbir kitap okumamış bir insandı. Benim hayatım ise tamamen öğrenmek üzerine kurulu gerçekleşti. Hala da yoğun bir şekilde öğrenmekle meşgulüm. Aramızdaki bu eğitim farkından olsa gerek gençlik yıllarımda babamı cahil bulur ve görüşlerine pek itibar etmezdim.
O zamanlar pozitif bilimlerle uğraşıyor, Alevilik’le ilgilenmiyordum. Hatta kendimi bir Aleviden daha çok modern, çağdaş, demokrat bir birey olarak görüyordum. Aleviliğe aidiyetim kültürel ve ailevî zoraki bir bağın ötesine geçmiyordu. Liseyi ve üniversiteyi 1990’larda okuduğumu hatırlatmak isterim. O yıllarda kendimi pozitif bilimlere, özellikle fiziğe adamayı planlıyordum. Nitekim Türkiye’nin en zor kazanılan fizik bölümünde okudum (Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü o zaman ilk 500’den öğrenci alıyordu).
Ancak 1990’ların ortalarından itibaren Türkiye gündemine oturan Alevilik beni de kendisine çekmeye başlamıştı. 1998’de Fizik bölümünden mezun olduğumda, teknik alanlarda güzel bir iş bulmak yerine tarih bölümünde yüksek lisans yapmayı tercih ettim. Böylece Alevilikle profesyonel anlamda ilişkim başlamış oluyordu. Yüksek lisansta, Osmanlı devletinin kuruluşunda Bektaşi dervişlerinin rolünü inceledim. Doktora çalışmam ise Kızılbaş hareketinin kökenleri ve ortaya çıkışı üzerine idi (Tezin birinci bölümü geçen sene Aleviliğin Doğuşu adı ile yayınlandı.)
2001 yılında başladığım doktora çalışmalarımda babamı tekrardan keşfetmeye başlıyordum. Ancak ne yazık ki kendisi 2004 yılında bu diyardan göç etti. Benim babamı esas tanıyışım ve onunla aramızdaki bağı ve üzerimdeki etkisini keşfedişim vefatından sonraki yıllara denk gelir. Her ne kadar maddi olarak artık aramızda olmasa da bir baba olarak bana rehberlik etmesi her zamankinden çok daha etkili bir şekilde devam ediyordu. O bunu anılarımız aracılığıyla yapıyordu. Yadıma düşen her bir anı, aslında kalbi güzel o insanın alttan alta duygularımı ve karakterimi nasıl nakış nakış işlediğini bir bir gösteriyordu.
Bir gün eşeğimize odun yüklemiş sapa bir cılgada (orman içinde incecik yol) köye doğru ilerliyorduk. Bir yerde ufak bir uçurumun kenarından geçmemiz gerekiyordu ve o noktada yol çok inceliyordu. Babam öne geçip eşeğin başından tuttu ve bana da eşeğin semerini dikkatle tutarak destek olmamı söyledi. Benim aklım başka yerlerde olmalı ki (10 yaşlarında bir çocuktum) dediklerini yapmadım. Ve eşek yüküyle beraber aşağı yuvarlandı. Sadece sert bir şekilde baktı ve belki azar mahiyetinde birkaç söz söyledi. Ne bağırıp çağırdı ne de cezalandırdı. Ancak o bakışın kalbimde bıraktığı iz hala yerinde duruyor. İşte babamın benim kişiliğimin bir yanını hamur gibi yoğurarak terbiye etmesi böylesi söze gelmeyen hallerle olmuştu ki ben o günlerde bunun hiç farkında değildim.
Entelektüel bilgi bakımından babamla iki zıt kutup gibiyiz. O atadan dededen duyduğu birkaç sözlü bilginin dışında bir şey bilmezdi. Bense 6 dilde çok geniş bir alanda kitaplar ve makaleler okuyorum. Ancak tam olarak ifade edemediğim bir kulvarda babamın üzerimdeki etkisi artarak devam ediyor. Düşündükçe fark ediyorum o sadeliğin, duruluğun ve samimiyetin kişiliğimin iç katmanlarında ne kadar etkili olduğunu. Mesela, anlıyorum ki aşkı babamdan öğrenmişim. Onun lakabı Aşık Hüseyin’di zaten. Özellikle adını aldığı Şehid-i Deşt-i Kerbela ile aralarında hala sırrını çözemediğim bir bağ vardı. Ehl-i Beyt’e tutkundu, imamların hepsini severdi pek tabii. Ancak İmam Hüseyin’i bir başka severdi. Muhabbet ortamlarında, biraz da demlendikten sonra, bağlamasını eline alıp ‘Şikâyetim sana İmam Hüseyin!’ diye yakarışları hala kulaklarımda çınlıyor.
Babamda bir kor olan bu aşk bende hiç yoktu gençken; bana hiç geçmemişti. Veya ben öyle düşünüyordum. Ancak vefatından sonraki yıllarda, aslında o ateşten bir öksöğüyü (bir ucu köz olan odun parçası) kalbimin derinliklerine bıraktığını, sönmeye yüz tutan bu közün tekrar uyanmaya başlamasından anlayacaktım.
Aşk ateşi bir bağdır, aşığı maşuka bağlar. Babamın aşkı onu Yol’a ve Yol’un sahiplerine bağlıyordu. Bir de musahibi vardı: Cumuye’mmi (Cuma Emmi). En az onun kadar saf ve temiz yürekli bir insandı. Benim için de babamdan sonra baba gibiydi. Birçok şey gibi babamla musahibi arasındaki bağın derinliğini de çok sonradan anlayabildim. Babamın vefatı hepimizi çok üzmüştü. Ancak en fazla Cumuye’mmi’yi etkilemişti bu göç. Aradan çok geçmeden gardaşlığının (musahibinin) kendisini rüyalarında ziyarete geldiğini anlatmaya başladı. Söylediğine göre, babam rüyasında ona ‘Gardaşım seni de burada bekliyoruz!’ diyormuş. Aradan sadece bir yıl geçmişti ki Cumuye’mmi’nin de göç ettiğini öğrendim.
Bu insanlar fakirdi, modern anlamda ‘cahildi’, okuma-yazmayı isimlerini yazıp okuyacak kadar biliyorlardı. Ancak bugün geriye dönüp baktığımda, onlarda bir şey olduğunu fark ediyorum: kalbe kıvılcım atan, gönlü yumuşatan ve insan olma duyarlılığı uyaran bir şey. Ve hayatımın çeşitli evrelerinde tanıştığım anlı şanlı büyük hocaların hiçbirinde bulamadığım bir şey!
Bunları şunun için anlattım. Rıza Yıldırım’ın entelektüel birikiminde Aşık Hüseyin’in belki hiçbir katkısı olmadı. Ancak içimde hala mevcudiyetini sürdüren ve bir yönüyle beni ben yapan çocuk tamamen onun eseridir.
Ruhu şad olsun! Allah Ehl-i Beyt’in katarından ayırmasın, çok sevdiği Hüseyin’le beraber haşretsin!
Gerçeğe Hû! Mümine Yâ Ali!
- Eyvallah hocam, babanızla aranızdaki bağ gerçekten etkileyici. Doktoradan sonra neler yaptınız? Kısaca ondan da bahsedebilir misiniz?
Tabii. Doktorayı bitirdikten sonra bir buçuk yıl kadar Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde doktora sonrası çalışmalar yaptım. Bu dönemki çalışmalarım Buyruk yazmaları ve Buyruk’un oluşum süreci üzerine yoğunlaşıyordu. 2009 yılının Ocak ayında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladım. 2013 yılında Alevi ve Bektaşi tarihi üzerine yaptığım yayınlarla tarih doçenti oldum. Ancak bir yandan da Aleviliğin inanç ve ritüel boyutlarına olan ilgim artıyordu. 2015-2016 yılları arasında Fulbright bursuyla (Fulbright visiting professor) Amerika’da Boston Üniversitesi’nde cemevi üzerine araştırmalar yaptım. Aynı dönemde din çalışmaları alanında ikinci bir doktora yapmaya karar verip Amerika’nın önde gelen üniversitelerine başvurularda bulundum. 2016 yılının Eylül ayında Emory Üniversitesi Din Çalışmaları Bölümü’nde ikinci doktoraya başladım. Türkçe ve İngilizce yayınlarımın birçoğunun tam metni şurada bulunabilir: https://emory.academia.edu/RizaYILDIRIM
- Değerli Hocam Aleviliğin özellikle inanç boyutuna dair kimi grupların yeni şeyler söylediği bir dönemde ‘’Geleneksel Alevilik’’ adıyla bir kitap yayınladınız. Bize kitabın öncelikle amacı hakkında kısa bilgi verir misiniz?
İşin doğrusu Geleneksel Alevilik’i üreten projeyi hazırlarken hiç düşünmemiştim. Ancak şimdi fark ediyorum ki bu proje bir bakıma benim babamla kişisel ilişkim ve kaybettiklerimin telafisi çabasına benziyor. Yukarıdaki kısa hikâyede beni modern Alevilik babamı da geleneksel Alevilik yerine koyarsanız benzerlikleri hemen fark edeceksiniz.
Projeyi 2011 yılında düşünmeye başladım. O zamanki hareket noktam şu idi. Yaşlı dedelerde var olan birtakım bilgilerin yeni nesillere aktarılamadığını fark ediyordum. Bu bilgiler büyük oranda sözlü kültürde saklandığından, söz konusu yaşlı neslin vefatıyla beraber yok olma riski ile karşı karşıyaydı. Henüz tam olarak kaybolmamışken bu insanları dinlemeli ve anlatacaklarına kulak vermeliyiz diye düşündüm. Çok fazla saha çalışması gerektiğinden böylesi bir proje için finansal destek gerekiyordu. O zaman bu konularda en ciddi kurum olarak TÜBİTAK’ı gördüğümden, fikri projelendirip TÜBİTAK’a başvurdum. Birinci başvurum hala çok anlamsız bulduğum sebeplerden dolayı reddedildi. Ancak vazgeçmeyip üzerinde biraz daha çalışarak tekrar baş vurdum ve 2013 yılında proje kabul edildi.
- Kaç yıllık bir çalışmanın ürünü? Bize biraz Kitabın serüveni hakkında bilgi verebilir misiniz?
Projeyi 11 kişilik bir ekiple üç yıl içinde tamamladık. Toplamda 170 günlük saha çalışması yaptık ki bu saha çalışmasının tamamında bizzat bulundum. 170 gün içinde 600 civarında köye fiziksel olarak gittik ve 400’den fazla insanla görüşmeler yaptık. Kaynak kişi olarak seçip görüştüğüm kişiler, gençliğini 1940-70 arasında (yani Alevi yol ve erkanın geleneksel haliyle uygulandığı dönemde) köyde geçirmiş, Yol içinde yetişmiş dede/pir, ana, aşık/zakir, baba, sofu vb. insanlardı. Bunlar içinde 295 kişinin anlattıklarını tamamen deşifre edip Word dokümanına çevirdik. Söz konusu Word dokümanı toplam 4500 sayfadan fazla bir yekûn tutmaktadır. Geleneksel Alevilik, işte bu 4500 sayfalık dokümanın belirli başlıklar altında özetlenmiş halinden ibarettir.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde uyguladığım yöntem ve saha çalışmasını detaylı bir şekilde anlattım. İkinci bölüm ise derlenen bilgiye dayanarak geleneksel Aleviliğin bir resmini ortaya koyuyor. Geleneksel Alevi toplumunda mitoloji (kolektif bellek), teoloji (inanç esasları), tarih, toplumsal yapı ve kurumlar, ritüel (ibadetler ve inanç uygulamaları) ve yazılı kaynaklar ayrı bölümler halinde ele alınıyor.
- Önsöz’de kitabın gerçek yazarının sizden ziyade dinlediğiniz pirler, dedeler, analar, aşıklar, zakirler, sofular, dervişler ve Yol talipleri olduğunu söylüyorsunuz. Kitabın kaynak kişisi olan bu insanları nasıl seçtiniz ve nasıl buldunuz? Kısaca anlatabilir misiniz?
Evet işin doğrusu budur. Geleneksel Alevilik benim için de çok özel bir kitap. Çünkü kitabın içindeki bilgi, benim kişisel görüşlerim ve yorumlarımdan ziyade dinlediğim insanların anlattıklarından süzülüp geliyor. Bu yönüyle kitap bir tür arşiv niteliğindedir diyebilirim. Keşke imkânı olsaydı da yazar olarak kendi ismim yerine 295 tane kaynak kişinin isimlerinin hepsini yazabilseydim.
Kaynak kişileri neye göre seçtiğim ve nasıl bulduğum meselesine gelince, bu soruya cevap vermeden önce kısa bir arka plan bilgisi vermek isterim. Bildiğiniz gibi, Alevilik son 50 yıldır yoğun ve köklü bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Aslına bakarsanız dönüşüm bir yönüyle kaçınılmazdır. Ancak süreç o kadar ani, kontrolsüz ve sağlıksız gerçekleşti ki Alevi toplumunun ortak belleğini, aklını ve vicdanını 50 yıl gibi kısa bir sürede neredeyse geri birleşemez parçalara ayırıverdi. Bugün ‘Ali’siz Alevilik’ten tutun da ‘İslam’ın özü’ tezine kadar uzanan bin bir türlü Alevilik tanımının ortalıkta dolaşması ve hemen hepsinin Aleviler arasında alıcı bulabilmesinin arkasında yatan da işte bu sağlıksız dönüşüm sürecidir.
Hepimizin bildiği gibi, sözünü ettiğim dönüşüm 1950’lerde kentlileşme süreci ile başladı. Kentlere göç eden ilk Aleviler beraberlerinde yol ve erkanlarını getiremediler; zira yol ve erkan köy sosyolojisi içinde şekillenmiş, dolayısıyla aynıyla şehir sosyolojisine uymuyordu. Eğer bu dönüşüm sağlıklı şartlarda ve uzun bir sürece yayılarak gerçekleşseydi elbette Alevi Yol ve erkanı kente uyumlu bir form üretebilirdi. Ne yazık ki Aleviler bunun için ne zaman ne de imkân bulamadılar. Zira hem kente göç çok hızlı ve ani oldu hem de kente hakim Sünni zihniyet Aleviliği dışlamakta çok inatçı davrandı (Hala da bu inadını sürdürdüğü söylenebilir).
1950’ler ve 60’ların Türkiye şartlarında kentle tanışan ilk Aleviler kentli müttefik olarak Kemalizm’i buldular ve ona sımsıkı sarıldılar. O kadar ki pozitivist Kemalist ideolojinin bir gereği olarak Alevi inanç ve ibadetlerinin temel unsurlarını reddetmekte hiç tereddüt etmediler. Ancak 1960’larda gerçekleşen kimi olaylar (Ortaca olayları, Mumsöndü piyesi, Diyanet İşleri’nde Alevilik masası açılmasının dillendirilmesi karşısında yükselen hakaretler vs.) ve bu olaylar karşısında devletin Aleviler’i bir nevi korumasız bırakması Kemalist laik devletin bile son tahlilde Sünni kodlarla hareket ettiği kanaati oluşturmaya başladı. Kentli okumuş Aleviler bundan sonra, 1960’ların sonu ve 70’lerde, kentli yeni bir müttefik olarak Sosyalizme yöneldiler. O da Kemalizm gibi geleneksel inanç ve ibadetleri kökten reddediyordu. Gerek Kemalizm gerekse Sosyalizm bir yandan Alevililerin kentlileşmesinde katalizör işlevi görüyor bir yandan da Sünni kodların egemen olduğu kent ortamında özgüven kazanmalarını sağlıyordu. Bunların ikisinin de geleneksel Alevi kimliği ile gerçekleşmesi mümkün değildi. 1980’lere gelindiğinde bu iki ideoloji artık kentli modern Aleviliğin içsel bir bileşeni haline gelmişti.
Ancak bunun bir de bedeli vardı, geleneksel Alevilik açısından baktığımızda ağır bir bedel. Her ikisi de pozitivist dünya görüşüne dayanan bu iki ideoloji, Alevi inanç esaslarını yıkmış, ibadet ve kurumlarını kent Alevilerinin hayatından çıkarmış ve Aleviliği kültürel bir aidiyete indirgemişti. Bu süreçte geleneksel Alevi toplumunun taşıyıcı kurumları (ocak, dedelik, musahiplik, görgü cemi, düşkünlük gibi) kentli Alevilerin hayatından çekildi. Ona bağlı olarak geleneksel sistemin ana aktörleri olan dedelerde önemini yitirerek toplumsal merkezin dışına sürüklendi. Dedelerin yerine, kent Aleviliğinin entelektüel ve toplumsal liderliğini yeni yetişen Alevi entelijansiyası devraldı. Çeşitli mecralarda yazılar yazmaya başlayan bu kesim yeni oluşmakta olan Aleviliğin beyni ve lokomotifi olmuştu. Ancak bunların dünya görüşü esas olarak Kemalizm ve/veya Sosyalizm tarafından şekillendirildiğinden, geleneksel dokusundan kopuk yepyeni bir Alevilik inşa ediyorlardı. Özellikle 1990’larda bu Alevi entelijansiyası hem Alevi toplumunun kendisi hem de akademik ve politik dış aktörler nezdinde Aleviliğin en meşru sözcüleri olarak kabul edildi.
Öte yandan, 2000’li yıllarda Alevi toplumunda inanç köklerine dair talepler yükselmeye başladı. Bu talepler Alevilere geleneklerini tekrar hatırlatıyordu. Ancak gelenek artık kopmuştu ve bir kaydı da tutulmadığından büyük oranda yok olmuştu.
Bizim proje işte tam da bu döneme denk gelmektedir. Aleviliğin kökleri eski geleneksel Alevilikte bulunduğuna göre, öncelikle onun bulunup kayıt altına alınması gerekiyordu. Bu durumda esas soru şuydu: kentlileşme öncesi eski Aleviliği en iyi kim bilebilir?
İşte Geleneksel Alevilik’i üreten projenin arkasında yatan temel fikir yitirilen bu Alevilik bilgisinin peşine düşmek ve mümkün olduğunca onu kayıt altına almaktı. Geleneksel Alevilik bilgisinin aktarım kanalları 1960’lardan itibaren daralmaya başladığına ve 1990’larda da tamamen tıkandığına göre, göre bu tarihlerden önce en azından gençliğini geleneksel Alevi ortamında (yani Yol ve Erkan’ın tam olarak uygulandığı köylerde) geçirmiş kişileri bulmamız gerekiyordu. İşte bu yüzden kaynak kişiler olarak, köylerde yaşayan, yaşlı dedeler, babalar, analar, aşıklar/zakirler ve sofuları seçtim.
Kaynak kişileri seçerken göz önünde bulundurduğum kriterleri kitapta detaylı bir şekilde açıkladım. Burada kısaca özetlemek gerekirse, her şeyden önce kaynak kişilerin tamamen geleneğin içinden geliyor olması gerekmekteydi; yani beslendiği bilgi kanalları mümkün mertebe Alevi pratik hayatı, ritüeller ve sözlü aktarım olmalıydı. Bu amaca uygun olarak, kaynak kişileri seçerken dört ana kriteri göz önünde bulundurdum: 1) 60 yaş ve üzeri olması; 2) dede, ana, aşık, baba vs. gibi belleğin aktif taşıyıcısı ve aktarıcısı olması; 3) hayatını köyde geçirmiş olması; 4) okuma-yazma bilmiyor olması. Elbette bu şartların hepsini kamilen sağlayan Alevi iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az kaldı artık. O yüzden bu şartların hepsini sağlamasa da ideal modele en yakın kişileri geleneksel Aleviliğin mevcut en güvenilir kaynakları olarak kabul ettim.
- Dediğiniz gibi, saydığınız özellikleri taşıyan çok fazla insan kalmadı. Bu insanları nasıl bulduğunuzu anlatabilir misiniz?
Evet, ne yazık ki geleneksel Aleviliği bilen insan sayısı çok az kaldı. Onlar da çok yaşlı oldukları için her geçen gün kaybediyoruz. Bu insanları bulmakta karşılaştığım bir başka sorun artık Aleviliğin ana kaynağı olarak görülmemeleri ve kenara itilmeleri oldu. Derneklerde, cemevlerinde, köylerin kahvelerinde vs. Alevilik konusunda araştırma yaptığımı ve bu konuda görüşecek bilgili insan aradığımı söylediğimde daima beni ilk önce öğretmen veya memur emeklisi kişilere yönlendirdiler. Sahada artık unutulan ve görmezden gelinen esas kaynaklara nasıl ulaştığımı yaşadığım bir örnekle anlatayım izin verirseniz.
- Buyurun!
Tokat’ın belediyelik olan büyükçe bir Alevi köyü o günkü saha çalışmamızda ilk durağımız olmuştu. Doğruca belediye binasına gittik. Zira bize mihmandarlık eden kişi belediye başkanını tanıyordu. Başkan bizi gayet sıcak karşıladı. Çay eşliğinde sohbet ederken bir yandan da köyde Aleviliği bilen kişiler olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorduk. ‘Bir dedemiz var’ dedi başkan, ‘oldukça da bilgili bir dede. O size yardımcı olacaktır.’ Sonra da belediyede çalışan bir kişiyi yanımıza rehber olarak verdi ve yolcu etti. Bahsedilen dedenin evine vardığımızda evde bulunmadığını öğrendik. Nerede olduğunu bilen de yoktu. Rehberimize köyde başka dede olup olmadığını sordum. Bir süre düşündükten sonra, ‘Aşağıda Cafer Dede var; ama bilmiyorum işinize yarar mı? Okuma yazması yok. Eskiden dedelik yaparmış ama artık pek kimse gidip danışmıyor.’ Dedi. ‘Tamam, gidip bakalım.’ Dedim. Ve beraberce tekrar yola koyulduk.
Cafer Dede’yi aşağı mahalledeki çeşmenin başında bulduk. Hemen oracıkta bulunan eski bir masanın başına oturduk. Asistanım kamerayı açtı ve konuşmaya başladık. Dede yaşlıydı ve kılık kıyafetinden anlaşıldığı kadarıyla oldukça da fakirdi. Köylü nezdinde Alevilik konusunda otorite olarak artık pek bir itibarının kalmadığı insanların tutumundan rahatlıkla anlaşılıyordu. Dedenin tam da benim aradığım, eskiden yaşanan Aleviliğe dair konulara girmesi pek uzun sürmedi. Birkaç anahtar kavramdan söz ettim, hepsini biliyordu. Arkasından susup dedeyi dinlemeye koyuldum.
Yanımızdan hayvanlar gelip geçiyor, çeşmeden sularını içip gidiyorlardı. Dede ise konuştukça daha da açılıyor, aradığım menkıbeleri detayıyla anlatıyordu. Bir saat kadar böylece konuştu. Kameramızın pili bitmek üzereydi. ‘Dede’ dedim ‘hadi senin eve gidelim, bizim kameranın pili bitiyor ve sende daha öğreneceğim çok bilgi var.’
Kalktık dedenin evine vardık. Fakirliği evin halinden de belliydi. Hemen kamerayı kurup kaldığımız yerden muhabbete devam ettik. Laf arasında öğrendim ki dede aynı zamanda hastaymış ve kendisini pek yormaması gerekiyormuş. Ancak o gün bize beş saat aralıksız Alevilik anlattı.
Belli ki bu anlattıklarını 20-30 yıl kimseye anlatamamıştı. Zira yeni nesil Aleviler artık bu bilgilerle ilgilenmiyordu. 30 yıl önce, cemlerde kim bilir kaç yüz defa anlattığı menkıbeleri bunca zamandan sonra yeniden anlatmak dedeye müthiş bir haz veriyordu. Bunu bir menkıbeyi bitirir bitirmez adeta nefes almadan hemen diğerine geçmesinden anlıyordum. Menkıbelerin sonunda, çıkarılması gereken dersi söyledikten sonra, ‘Yaa İriza Efendi, neler var neler!’ deyişi hala kulaklarımda yankılanıyor.
O gün, ilk gittiğimiz dedenin evde olmayışı çok büyük bir şans olmuştu. Zira eğer o evde olsaydı kimse bize Cafer Dede’den bahsetmiyecek, biz de bu Alevilik ansiklopedisinden tamamen habersiz geçip gidecektik. İşte Geleneksel Alevilik Cafer Dede ve onun gibi artık sesini kimsenin duymadığı yüzlerce dedenin sesi oldu.
- Kitabın gerek hazırlanışı gerekse bilgilerin canlı tanıklardan dinlenmesi sizin iç dünyanızda nasıl bir etki bıraktı?
Saha çalışmalarım sırasında öğrendiğim bilgiyi iki kategoriye ayırabilirim: söze gelenler ve söze gelmeyenler. Söze gelenleri anlatması kolay. Zaten kitabın kendisi bu bilgilerin bir özetini sunuyor okuyucuya. Derlediğimiz bu tür kayıtlar, Alevi kozmolojisi, Alevi inancının esasları, ibadetlerin nasıl yapıldığı, temel dini-sosyal kurumların neler olduğu ve bunların nasıl işlediği, tarihin nasıl okunduğu gibi birçok alanda zengin bir envanter sunuyor. Yukarıda kısaca ifade ettiğim gibi, çocukluğumdan itibaren Alevi toplumu içinde yetişmeme ve akademik kariyerimin tamamını Alevilik üzerine yapmama rağmen, bu çalışma sırasında öğrendiklerim herhalde o güne kadar öğrendiklerim kadar vardı. Bu zengin materyalin tamamını kitaba almak mümkün olmadı tabii. Ancak mümkün olduğu kadar ana konuları dışarıda bırakmamaya çalıştım.
İkinci kategoride yer alan bilgiye gelince. Açık yüreklilikle söylemeliyim ki, benim açımdan bu alanda görüp öğrendiklerim çok çok daha etkileyiciydi ve sanırım düşünce ve duygularımda derin izler bıraktı. Bahsettiğim bilgi, konuştuğumuz insanların söylediklerinden değil hallerinden öğrendiklerimiz. Ne yazık ki Geleneksel Alevilik’te Aleviliğin bu boyutundan hiç bahsetmedim. Belki ileride sadece o insanların halini ele alan bir kitap yazarım.
Bana işin bu boyutu çok daha önemli görünüyor. Zira bizler akademik olarak dinleri çalışırken daha ziyade kitaplarda yazılan teorik boyutlarına odaklanıyoruz. Halbuki esas önemli olan bir inanç sisteminin insanları neye dönüştürdüğüdür. Ve birçok örnekte açıkça gördüğümüz gibi kitapta çok şirin görünen bir inanç sistemi insan üzerinde ete kemiğe büründüğünde bambaşka bir hal alabiliyor. Geleneksel Alevilik’te özetlediklerim, dinlediğim insanlardan duyduklarımın özeti. Ancak bu söylediğim onların hallerinde görüp tecrübe ettiğim bilgi ki en başta söylediğim gibi tam olarak söze gelmiyor.
Ne demek istediğimi biraz açmak için bir örnek vereyim. Sahada yaşadığım ve beni çok etkileyen yüzlerce hâlden birisi ki Aleviliğin ete kemiğe bürünmüş halidir.
- Buyurun lütfen!
Amasya’nın bu şirin köyüne hava kararırken ancak varabilmiştik. Doğruca haberleştiğimiz dedenin evine gittik. Ev bir odadan ibaretti adeta. Odanın bir köşesinde yüklük, iki tarafında birbiriyle kesişen iki mahat (kanepe gibi tahtadan yapılmış oturak), diğer köşesinde soba bulunuyordu. Mahatın gece yatak olarak kullanıldığı her halinden belliydi. Duvara çakılmış sıralı çiviler ise elbise askılığı görevi görüyordu. Normal bir evde dört-beş odaya dağıtılmış işlevler burada bir odada birleştirilmişti. Dede ve ailesinin çok fakir oldukları her hallerinden belliydi. Üstüne üstlük nefes darlığı ile mücadele ediyordu. Bizimle konuştuğu 3 saatlik sürede de burnundan nefes almasına yardım eden aparatı çıkaramamıştı.
Her zaman olduğu gibi, biz tanışırken asistanım kamerayı kurdu. Dede hemen konuya girmişti zaten; adeta anlatacağım çok şey var diyordu ve zaman kaybetmek istemiyordu.
Gittiğimiz her evde yemek ikram ediliyordu. Gelenek burada da bozulmadı. Dede Ehl-i Beyt’in menkıbelerini anlatmaya başlarken, ana diğer köşede sobayı yakmış ve çay suyunu çoktan koymuştu. Bir yandan da yiyecek bir şeyler hazırlama telaşındaydı. Ancak gerçekten çok fakirdiler. Evde misafire ikram edilecek pek bir şeyleri olmadığı anlaşılıyordu. Bir süre sonra ana masayı hazırladı, çay bardaklarını koydu. Çayın yanına yumurta kırmış ve beş altı tane de yeşil biber koymuştu. Bunların o anda evde hazırda bulunan yiyeceklerin tamamı olduğuna hiçbir şüphem yoktu.
Dede anlatmaya devam ederken biz çaylarımızı yudumlamaya başladık. Bir yandan da sahanda yumurta ve biberden atıştırıyorduk. Hala o yumurtanın ve biberlerin tadını damağımda hissederim. Hayatımda ondan daha lezzetli bir akşam yemeği yediğimi hatırlamıyorum.
İşte Aleviliğin en güçlü yanı ve hayata en değerli katkısı budur bence. Bu insanlar okuma yazma bilmiyorlardı belki. ‘Alevilik şu muydu bu muydu’ tartışmalarından tamamen uzak, Aleviliğin inanç esaslarını say desen belki bizim anlayacağımız dilde ifade edemeyecek durumdaydılar. Ancak hayatın içine sirayet etmiş bir Alevilik yaşıyorlardı. Ve o Alevilik, o gün hiç tanımadıkları bizlere kalplerini sonuna kadar açmalarını, evlerinde ne var ne yoksa ikram etmelerini ve misafiri el üstünde tutmalarını öğretmişti. Çünkü ‘mihman Ali’ydi; yani hanelerine gelen her misafiri İmam Ali olarak görmelerini söylüyordu Yol. O gün o görünüşte fakir ancak kalpleri çok zengin insanların samimiyetini hepimiz derinden hissettik. Bunun insanda nasıl bir etki yaptığını anlatmak imkânsız; sadece yaşamakla idrak edilebilir.
Bu Çalışmadaki canlı tanıkların anlatımları bir anafikir olarak Aleviliğin inançsal açıdan Hak-Muhammed-Ali temeline dayandığının kanıtıdır diyebilir miyiz?
Hiç şüpheniz olmasın! Dinlediğim menkıbelerin büyük bir çoğunluğu Ehl-i Beyt mensupları hakkındaydı. Geriye kalanlar da Adem, yaratılış, Hacı Bektaş ve ocak kurucuları ile ilgili menkıbeler. Kitabı okuyan zaten bunu açıkça görecektir. Aslına bakarsanız Aleviliğin hem sözlü hem de yazılı kaynaklarına göz ucuyla bakmak bile bu gerçeği hemen ortaya koymaktadır.
Hal böyleyken esas şaşırtıcı olan, Aleviliğin nasıl İslam dışı müstakil bir din olarak sunulabildiği ve bunun epeyce taraftar bulabildiğidir. Ben Alevi toplumunun ciddi bir bölümünün, köklerini ve tarihlerini yok sayma pahasına,böylesi fantastik tezlere kulak vermesinin iki ana nedeni olduğunu düşünüyorum. Birinci nedeni yukarıda açıklamış oldum. Kent Aleviliğine yön veren ilk üç nesil pozitivist bir dünya görüşünden geliyor. Onlar için Alevi kimliğini tanımlarken kullanılan esas kriter, Aleviliğin İslam’ın antitezi olduğu varsayımıdır. Buna negatif tanımlama diyoruz. Yani İslam’da ne varsa Alevilik onun zıddıdır şeklinde bir yaklaşım.
İkinci sebep ise İslam’ın Sünni İslam’la, hatta daha dar dairede Türkiye’de yaşanan Sünni İslam’la özdeşleştirilmesi. Hiç Şüphesiz Alevilik hem temel inanç kodları bakımından hem de ibadetleri bakımından Sünni İslam’dan oldukça farklıdır. Benzer şekilde fıkıh temelli (müteşerri) 12 İmam Şiiliği de Alevi inanç sisteminden birçok noktada farklılaşmaktadır.Geleneksel Alevilik kitabı dedelerin ağzından bu farkları net bir şekilde ortaya koyuyor. Öte yandan, Alevi inancının neresinden tutarsanız tutun ucunun Ehl-i Beyt’e vardığını görüyorsunuz. Kimdir Ehl-i Beyt? Muhammed Mustafa ve Aliyyü’l-Murtaza başta olmak üzere 12 İmamlar, Fatımatu’z-Zehra ve Haticetü’l-Kübra’dır. Bunları çıkardığınızda geleneksel Alevilik’te konuşacak hiçbir şey bulamazsınız.
Şu hâlde bu işin içinden nasıl çıkacağız? Bence herkesin ilk fark etmesi gereken husus İslam’ın Sünni Müslümanlık’tan ibaret olmadığıdır. Hem tarihsel olarak Alevi toplumuna yapılan zulümler hem de bugün birçok yerde karşımıza çıkan çirkinlikler doğal olarak Alevi toplumunu Sünnilik’ten soğutmaktadır. Öte yandan, Sünnilik olamadığında geriye kalan tek alternatif müteşerri 12 İmam Şiası değildir. Esasen gerek müteşerri (Şeriat merkezli) Sünnilik gerekse müteşerri Şiilik Hz. Peygamber’den en az 150 yıl sonra şekillenmeye başladığından İslam’ın olmazsa olmaz özünü oluşturmazlar. Nitekim onların dışında birçok gayrimüteşerri (Şeriat merkezli olmayan) İslam yorumları da farklı dönemlerde ve farklı coğrafyalarda görülmektedir. Aleviliği işte bu ikinci grup İslam gelenekleri içinde değerlendirmek lazım. Alevilik, dinin bir hukuk sistemine indirgenmesine itiraz eden, onun yerine hukuku seküler devlet otoritesine bırakıp inanca ve ahlaka önem veren bir yorum biçimi olarak karşımıza çıkar. O yüzden bir Şeriat’ı (dini hukuk sistemi) yoktur ve Sünni ve Şii Şeriatını da reddeder.
Alevi Bilgileri sayfa ekibi olarak verdiğiniz bilgiler ve bu samimi sohbetiniz için çok teşekkür ederiz. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dileriz. Hak-Muhammed- Ali yardımcınız olsun.